Sosyal medya aracılığıyla yapılan, bugün için kaybettiğimiz değerlere önemli göndermeler yapan ve yarına dönük eğitsel mesajlarıyla dikkat çeken, yazarın kim olduğu yer almayan bir paylaşımı, paylaşmanın anlam taşıyacağını düşünüyorum.
Evet, eğitsel yönü itibariyle, beni böylesi düşündüren bu paylaşım:
Bir araştırma düşünün ki 75 yıl sürmüş olsun. Tam 75 yıl boyunca 750 kişiyi takip etmişler.
Birbiriyle çok zıt iki grup üstelik.. Bir yarısı Harvard Üniversitesi mezunu, diğer yarısı Boston’un en yoksul mahallerinde yaşayan gençler.
18 yaşında tutmaya başlamışlar kayıtları.
Gençlere sormuşlar, “Hayatta seni en mutlu kılacak şey nedir? “ Çoğunluk ne cevap vermiş tahmin edin...
İki zıt toplumsal kesim, tutmuş aynı yanıtı vermişler! Zenginlik ve şöhret !
Şimdi buraya kadar normal, ee ne olmuş ki diyebilirsiniz.
Ama iş o 750 genci, 70-80 yaşlarına kadar takip etmek olunca enteresan sonuçlar çıkıyor. Hem de öyle böyle detay değil, sağlık raporlarından, banka hesaplarına, aile bireyleri ile görüşmelerden , her yaşta ayrı fotoğraflarına kadar.
Araştırmayı sunan Amerikalı bir Psikiyatr Robert Waldinger. Fotoğrafları gösteriyor, 18 yaşındaki hali-80 yaşındaki hali. Öyle enteresan ki görmeniz lazım.
O 750 kişiden kaçı ünlü ve zengin olmuştan öte, hedefte şu soru var, “ Kaçı mutlu ve sağlıklı yaşlılar olabilmişler? “
Hani zengin ve ünlü olunca mutlu olacaklardı ya...:)
Olabilmişler mi?
Sizce?
Keşke yazı değil de sohbet olabilseydi bu, cidden aklınızdan ne geçtiğini duymak isterdim...
Neyse fazla merakta bırakmayım sizi..
Zengin ve ünlü olmanın, mutlu ve sağlıklı olmakla direkt bir ilgisini “kuramamışlar” efendim!
Anahtar kelime ne biliyor musunuz?
“Sosyal ilişkiler” !
Onca 750 kişinin içinde, mutlu ve sağlıklı olan kişiler , etrafında dostları, akrabaları, komşularıyla, kısacası sevgi ile çevrili olanlar. İster Harvard mezunu olsun, ister yoksul bir ailenin çocuğu. Fark etmiyor.
Bu arada kaç arkadaşınız olduğu da önemli değil. İlişkilerin “kalitesi” önemli. Güven duygusu , kabullenilme, takdir edilme, aidiyet vesaire.
Yani anlayacağınız 60-70 yaşlarına geldiğinizde, kolesterolünüzün veya tansiyonunuzun kaç bastığı bile bir şekilde ilişkilerinizin güzelliğine bağlı. İyi ilişkiler sadece vücudumuzu değil, beynimizi de koruyor.
İyi bir ilişkinin de baş tacı “güven” diye vurguluyor adam.
Tam da geçenlerde kızımla bu konuda sohbet etmişken.
“Dostluk’, dedim, tabakta kalan son patates kızartmasını birbirine ikram etmektir. O üzülünce ona kıyamamak, biri onu hırpalarsa ona siper olup korumak, o başarılı olduysa kendin olmuş gibi sevinmektir. Dost demek güven demektir güzel kızım. Sen önce güvenilir bir insan olacaksın ki etrafına da güvenilir insanlar toplansın. Sen yalancı, sen kıskanç, sen kaba biri olursan etrafında da öyle arkadaşlar olur. Gül bahçesi mi, diken tarlası mı, sen seçeceksin.”
Diyeceğim o ki, günümüz dünyasında tüm mutlulukların maddiyata endeksli olması bir tesadüf değil.
Bir kurgu, bir yönlendirme.
Yok mu sayacağız maddiyatı?
Elbette ki hayır.
Ama birinci sıradan indireceğiz.
Çok zengin ve ünlü bile olsa bir insan, sana telefonu teklifsizce açıp, “Vayy be ..! Helal olsun kardeşim sana..!! Gurur duyuyorum seninle..” diyecek bir gerçek dostun yoksa neye yarar?
İçin katılıp ağladığında, ya da yüreğine kara kara isli bulutlar yürüdüğünde yargılanmayacağından emin olarak dertleşmeyeceksen, bir can yoldaşıyla, zehrini nereye akıtabilirsin?
Tabakta kalan son patates kızartmasını yayıla yayıla ağzına atıyor olabilirsin… Atlar, katlar, yatlar sahibi olabilirsin... Herkes önünde iki büklüm eğilip ceketini ilikliyor olabilir, ama hayat; sen evinin kapısından içeri girip, o kapıyı kapattığın an başlar.
O kapının ardında, yani senin iç dünyanda kaç tane sevgili varlık var?
Kaçına güvenebilirsin? Sen kaçı için güvenilir kişisin?
Kaçının gözlerinde yaş görürse kolları sana uzanır?
Kaçı senin hangi yemeği sevdiğini, veya ne bileyim kimyondan nefret ettiğini bilip, ona göre sana yemek pişirir?
Kaçı sen balkonda üşüdüğünde içerden bir pırtıl hırka alıp omuzlarına konduruverir?
Kaçını gecenin kör bir saati teklifsiz arayabilirsin, o seni arayabilir?
Yurdu yuvası olmayan, konacak yer bulamayan kuşlara döner yalnız insanlar...
Neticede Yaşar Kemal de dememiş mi “ İnsan evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar” diye.
Yani evrende yakışıklı bir iz bırakmanın yolu zenginlik ve şöhretten değil de, "insanlık"tan geçiyormuş .
Anlamak için 80 yaşımıza gelmeyi beklemeyelim bence..:)
Diye bitiyor…
Bu paylaşımı okuduğum zaman, ister istemez bizi, örgün ve yaygın eğitimdeki yaşananları…
Yarınlarımız olan çocuklarımızın, her geçen gün bizi biz kılan değerlerden kopuşlarını… Bencil ve hazzın tatmini merkezinde yaşamalarının yarına olası yansımalarını…
Maddeye olan yönelimlerini, maneviyattan kopan, “dost nedir?” sorusunun cevabını dahi düşünmeden yaşayanları…
İnsan olmanın erdemini kaybederken, kalabalıklarda yalnızlaşanların, yaşamaları büyük ihtimal olan duygusal bunalımlarını… Yalnızlaşmanın karşılığında ödemek zorunda kalacakları bedelleri…
Kendi yarattığı çıkmazlarda bunalan inşaların, kendine ve çevresine verdiği zararları, elleriyle yarattığı sosyal çöküntüleri düşündüm.
Hazzın tatmini merkezinde yaşarken, çocuklarımızı da hazzın tatmini merkezinde yetiştirirken, çocuklarımızla hayatı paylaşmak yerine, refahımızı paylaşmanın çocuklarımıza ne yaptığını… Hayata hazır olmayan çocuklarımızın hayata atıldıklarında yaşadıkları bunalımları, depresyonları…
Hazzın tatmini merkezinde yaşarken, hormonlarının baskın evresinde de hazzın tatminini, hormonların tatmini merkezine kayan dönüşümün, topluma olan yansımalarını ve bizi biz kılan aile yapımızdaki çözülmenin yarına dönük olası bedellerini düşündüm.
Düşündükçe ürktüm.
Bizi biz kılan değerlerden uzak, salt öğretim odaklı yaşattığımız süreç sonunda; her geçen gün mutsuz bir topluma dönüştüğümüzü…
Test ile tostun arasına sıkıştırarak heba ettiğimiz çocuklarımızın, birbirini sevmek yerine, henüz çocuk iken dahi; arkadaşını, kardeşini rakip görev, ona hasım gibi davranmayı öğrendiğini…
İlkokuldan itibaren, rekabetin getirdiği yarış koşuşturmasında, arkadaşlık duygularını, sevgiyi, dostluğun ne demek olduğunu, paylaşmanın ve sosyal sorumluluğun mana derinliğini, ecdadın bıraktığı emanet olan, vatan-millet-bayrak sevdasını, birlik ve beraberlik ülkümüzü her geçen gün azar azar kaybedişimizi…
Sahi, bu satırları okurken; her birini ayrı ayrı tanıdığımız apartman komşularımızı, yaşadığımız sokağı, fırından ekmek aldığımız komşularımızı, mahallemizi düşündük mü?
Ya kendi durumumuzu, eşimizi, çocuklarımızı, candan aziz bildiğimiz ailemizi!
Düşünmeye değmez mi sahi? Yarın, daha mutlu bireylerden oluşan bir çevre, güvenebileceğimiz, ihtiyacımız olduğunda arayabileceğimiz insanların sayısının artması için, bugün ne yapabiliriz diye…
Doğru bir şeyler yapmak için başlamak gerekmez mi sahi?
O halde, yeniden Bismillah diyelim…
Yarın keşke dememek için…