Kritik dönemlerden geçiyoruz. Özelde yerel seçimlerin sırtına yüklense de aslında Türkiye’nin rotasını, gelecek hedeflerini yakından etkileyecek olan bir tercihi oylayacağız pazar günü.
Kimsenin başını kuma güme gibi bir lüksü yok. Hele ülkesini seven, kalkınmış, saygın ve itibarlı bir Türkiye’ye özlem duyan her bir ferdin dikkat ve rikkatle tavır belirleyip duruş sergilemesi gereken bir yol ayrımının karar günü olacaktır bu yerel seçimler.
Olaya, şunun yanında, bunun karşısında olmak gibi sığ bir bakışla yaklaşmak çok kolaycı bir o kadar da ülkenin geleceğine karşı büyük bir yanlışa götürür insanı. Bu seçimleri basit bir yerel seçimden daha anlamlı ve önemli kılan yığınla argüman var. Türkiye’nin üçüncü dünya ülkesi olmaktan çıkartıp birinci sınıf ülkesi yapan bir iktidarın elbette küresel düşmanların ve hasımları olacaktı. Bu hasımların bin bir türlü tuzağını başlarına çeviren bir Başbakanı ya ortadan kaldırmak ya da önünü kesmek gerekiyordu.
Şimdiye kadar girdiği her seçimde oyunu yükselterek çıkan, ilk seçimlerde aldığı yüzde 34 oyu son seçimlerde yüzde 51’ye çıkartan bir siyasi figür elbette durdurulmalıydı. Kaldı ki bu isim, salt ülke insanının gönlüne taht kurmakla kalmıyor zülüm gören, ezilen ve horlanan dünya mazlumlarının da umudu oluyordu. Yönetimleri farklı görüş ve zihniyetlerin temsilcisi olsa da Müslüman coğrafyanın tek umudu Türkiye ve Başbakan Tayyip Erdoğan olmuştu.
Milli uçağını yapan, kendi tankını üreten, kendi milli uydusunu uzaya fırlatan, kendi ürettiği firkateynini uluslararası sularda yüzdüren, tüm bu imalatlarda başka ülkelerin cihazları görmesin diye kendi milli yazılımlarını kuran, dünyanın en hızlı büyüyen ikinci ekonomisine sahip olan, nerede bir Türk varsa oraya en güzel hizmetleri götüren, ülke içinde birilerinin hayal bile edemeyeceği hizmetleri halkına sunan bir başbakan “çok oluyordu” ve gereği yapılmalıydı.
Sandıkta yenemedikleri bir lideri yenmenin tek ama çok klasik ve bilindik bir yolu vardı ve bu eylem planı hayata geçirildi. Öncelikle kale içten yıkılmalıydı. Uzun yıllar birçok meselede kader birliği yapmış kesimler üzerinden yürütülecek bir kampanya ancak başarılı olabilirdi. Dershane konusu da bunun tuzu biberi oldu.
Önce yolsuzluk iddiaları yayılacak ardından ses kayıtları ile Başbakan ve hatta Cumhurbaşkanı zan altında bulundurulacaktı. Muhafazakâr tabanın en çok rahatsız olacağı yolsuzluk, usulsüzlük ve gayri ahlaki mevzular gündeme taşınacaktı. Bununla da yetinilmeyecek milli mevzularda bile muarız ülkelerin ekmeğine yağ sürecek yayınlar yapılacaktı. Dün, Suriye’deki Türkmenlere insanı yardım götüren MİT tırları, silah taşıyor iftirasıyla Türkiye dünya kamuoyunda teröre destek veren ülke konumuna sokuldu, bugün de sınır ihlali yaptığı için düşürülen Suriye uçağının düşürülmesini bile utanmadan dile dolayacak milli histen yoksun, düşmanlarımızı sevindirecek bir duruma düşme denaetini gösterecek seviyeye düşmekten utanmadılar.
Manzara çok net aslında. Vatanını ve ülkesini seven hiçbir fert bu gelişmeler karşısında safını ve duruşunu iyi belirlemeli. Mesele, salt iktidardaki hükümeti övmek ve onun güçlenmesini sağlamak değildir. Daha da özelde mesele; Başbakan Erdoğan’ı savunma ve ona güç verme olayı da değildir. Mesele, ülkenin çıkarları ve gelecek hedeflerini destekleme meselesidir. Eğer, bugün 2023 hatta 2071 hedeflerini konuşuyorsak bu hepimizin geleceğini ilgilendiren bir seçimdir.
Kendi arzularına uygun davranmayan her hükümeti kafasına esince; ses kaydı, görüntüler ve her türlü yıpratma enstrümanlarını kullanarak indirilmesi olayı eğer bu ülkede bir teamül haline gelirse, hiçbir partinin bu memlekette iki seneden fazla bir iktidar ömrü olmaz. Her defasında yıkılan hükümetlerin ardından işbaşına gelecek bir başbakanın da haklı olarak ortaya koyacağı yönetim tarzı “etliye sütlüye” karışmamak olacaktır.
Böylesi bir Türkiye manzarası hedefleri olan, geleceğe koşan bir manzara değildir. Böylesi bir ortamdan üçüncü dünya ülkesi fotoğrafı çıkar ki bunu da hiçbir fert istemez ve kabul etmez.