TÜRKİYE SİYASETİNDE DERİN PATİNAJLAR- 4 - Habib KARAÇORLU

TÜRKİYE SİYASETİNDE DERİN PATİNAJLAR- 4


Vatandaşın gündemiyle siyasetin gündeminin farklı kulvarlarda yer aldığı bu günlerde sun’i gündem oluşturmada çok maharetli olan bazı siyasetçilerimiz bir türlü vatandaşın gündemini konuşmamakta ısrar etmeye devam ediyorlar. Eskilerin “kil-u kal” diye ifade ettiği “denildi-dedi” tartışmalarını renkli medya da olanca gayretiyle körükleyerek ateşi harlamaya çabalamakta. Vatandaşın ve ülkenin devasa sorunlarına karşı çözüm üretmek için var olan siyaset kurumunun bu derecede yıpratılması karşısında vatandaş da artık eskiden çok ilgi duyduğu TV kanallarındaki siyasi tartışmaları da izlemeyi çoktan bırakmış durumda. TV kanallarının reyting sıralamasında diziler, yarışmalar, dedikodu programları ve futbol maçları ön sıralarda yer alırken, bir, iki TV kanalının haber programı da ilk ona girmeyi başarıyor. Hülasa siyaset artık vatandaşın ilgisini pek çekmiyor ve hatta vatandaş siyasi tartışmaları çok itici buluyor.

Siyasetin ve siyasetçinin giderek ilgi ve itibar kaybetmesindeki en büyük nedenlerinin başında da gerek merkezi ve gerekse yerel yönetimlerle ilgili ortaya atılan yolsuzluk ve usulsüzlükler var. Siyaseti rant ve güç elde etme aracı olarak gören eyyamcı ve yüzsüz tipler,  birçok partide kendilerine yer bularak işlerini yürütürken, kirli işlerinin ortaya çıkmaması ve düzenbazlıklarının anlaşılmaması için de olanca güçleriyle siyasi ortamı toz duman altında bırakmanın çabası içerisinde trollük yapmaya devam etmekteler. Bu arsız tipler attıkları trollerine yakalanan saf ve bilgisizlerin desteği ile de sosyal medyada bayağı bir yer işgal etmiş durumdalar.

Ülkemizde önceleri gazete ve dergilerin sonra da radyo ve TV kanallarının toplum üzerinde oluşturduğu etki ve yönlendirmeyi şimdi de sosyal medya aygıtının çeşitli ağları yapmakta. Akıllı telefonlar aracılığı ile yapılan siyasi manipülasyonlar topluma ideolojik mesajları ulaştırmanın en kolay yolu olarak revaç bulmuş durumda. Halkın dini inançları başta olmak üzere tüm kutsalların, manevi önderlerin ve milli değerlerin ideolojik ve siyasi bir ambalaj içerisinde servis edilmesi bir yandan siyasi kutuplaşmayı hızlandırırken,  öte yandan oluşturulan bilgi kirliliği ortamında bu ortak değerler politik ranta kurban edilmekte.

Yukarıdaki girizgâhtan sonra önceki üç yazımızın devamı olarak yeniden Türkiye siyasi tarihine geri dönerek siyasetteki derin patinaj izlerini takip etmeye devam edeceğiz. Son olarak ele aldığımız Osmanlı devletinin hükümranlığına son veren saltanatın kaldırılması hadisesinin arkasındaki perdeyi aralayarak çok gerilere doğru bakacak olduğumuz da benzer olaylara oralarda da rastlamaktayız. Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren padişahlık ile yönetilmekte ve padişahlık babadan oğula geçmekteydi. İlk dönemlerde şehzadeler, yönetimde tecrübe kazanmaları amacıyla yetiştirilmek için sancaklara gönderilirdi. Şehzadelerin sancaklarda siyasi güç kazanmalarını engellemek ve merkezî otoriteyi güçlendirmek için I. Ahmet Döneminde (1603-1617) bu sisteme son verilerek Ekber ve Erşed Sistemi‘ne geçildi. Veraset sisteminde yapılan bu değişiklikle hanedanın en büyük (ekber) ve en olgun (erşed) üyesi padişah olacaktı. Bu uygulamayla şehzadeler arasında taht kavgaları önlenmişti ancak şehzadeler ülke yönetiminde bilgi ve tecrübe kazanmaktan mahrum edilmişlerdi. Bilgi ve tecrübeden yoksun kalan şehzadeler, padişah olunca devlet adamları ve saray kadınlarının etkisi altında kalmışlardı. Böylece Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi bir padişah bir daha gelmemişti. Ayrıca bu sisteme göre son iki Osmanlı padişahı V.Mehmet Reşad ve VI. Mehmet Vahdettin’in çok ileri yaşlarda tahta oturmaları Osmanlı Devlet idaresinin zayıflaması ve çökmesindeki en önemli nedenlerin başında gelmektedir. Ayrıca istikbal vadeden şehzadelerin de çeşitli şekillerde saf dışı bırakılmaları da kaderin ayrı bir cilvesidir. Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa’yı tahtında gözü olduğu iddiasıyla bizzat boğdurduğunu tarihçiler anlatırken bu menfur hadisenin nedeni olarak Hürrem Sultan’ın çevirdiği entrikaları ve dedesi Yavuz’a çok benzeyen bu cevval şehzadenin etrafındaki adamlarına aldanmasını ileri sürerler. Aynı şekilde tarihçiler Genç Osman lakaplı II.Osman’ın da devlete çeki düzen vermek için yaptığı  uygulamalardan rahatsız olanların tahtından onu indirerek boğdurduğundan söz ederler. Son dönemde saf dışı bırakılan iki şehzadenin hikâyesi de çok ilginçtir. Bunlardan ilki Sultan Abdülaziz’in oğlu Yusuf İzzeddin Efendi’dir. Müşir (Mareşal) rütbesine sahip olan bu asker şehzade I. Dünya Savaşı yılları sırasında Enver Paşa'nın izlediği siyasete ayrı düştü ve onu sertçe eleştirdi. Hükümet işleriyle yakından ilgilendi. Çanakkale Savaşları sırasında bizzat cepheleri ziyaret etti. Bu ziyaretler sırasında Enver Paşa ile herkesin içinde münakaşa etti. Hükümetten ayrı olarak barış görüşmeleri yaptı. Ancak tahta çıkamadan 1 Şubat 1916 tarihinde beklenmedik biçimde Zincirlikuyu'daki köşkünde ölü olarak bulundu. Ölüm nedeni intihara bağlı kan kaybı olarak kabul edilse de, İttihatçıların onu öldürttüğü de teoriler arasındadır. Saf dışı bırakılan diğer bir şehzade son Veliaht ve son Halife Abdülmecid’in oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi’dir. Ankara’da 23 Nisan 1920 tarihinde açılan meclis ve kurulan hükümet başlangıçtan itibaren büyük sıkıntı ve zorluklarla mücadele etmeye başlar. Anadolu’da birçok yerde çıkan isyanlar sebebiyle halk üzerinde otorite kurmakta çok zorlanan meclis, halkı ikna etmek için Veliahd Abdülmecid Efendi’yi Ankara’ya davet eder, ancak onu bu konuda bir türlü ikna edemezler. Sonuçta Abdülmecid Efendi kendi yerine oğlu Ömer Faruk Efendi’nin gitmesine razı olur. Ömer Faruk Efendi çok iyi yetişmiş bir asker olarak I.Dünya savaşındaki cephelerde görev almış kurmay bir subaydır. Hocası Asım Gündüz Paşa ile gizlice bir yük gemisine binerek Karadeniz üzerinden İnebolu’ya gelirler. Gemide gizlendiği yerde rahatsızlanan genç Şehzadenin tedavisi için yardım istenmesi nedeniyle  kimliği ortaya çıkınca bunu haber alan bütün İnebolu halkı onun gelişini büyük bir tezahürat ve sevinçle karşılar. Ankara’ya telgraf üzerine telgraf çekilir. Ömer Faruk Efendi’ye gösterilen bu yoğun ilgi ve sevgi karşısında Ankara’dan gelen cevapta şehzadenin İstanbul’a geri gönderilmesi uygun görülür. Böylece istikbal vadeden bir Osmanlı şehzadesi daha sahneden geri çekilmek zorunda kalır.

Saltanatın kaldırılmasının ardından başlayan Lozan görüşmelerinde TBMM Hükümeti İsmet Paşa’yı dış işleri bakanı sıfatı ile bir heyetle beraber Lozan’a gönderir. Ankara hükümeti sadece Anadolu'ya saldıran ve orada yendiği Yunanlarla değil I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ni mağlup eden devletlerle de karşılaşıp hesaplaşacak ve artık tarihe karışmış olan bu imparatorluğun tüm tasfiye davaları ile yüzleşmek zorunda kalacaktır. 20 Kasım 1922'de Lozan görüşmeleri başlamıştır. Osmanlı borçları, Türk-Yunan sınırı, boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapitülasyonlar üzerinde uzun görüşmeler yapılmıştır. Ancak kapitülasyonların kaldırılması ve halen İngilizlerin işgali altında bulunan İstanbul ve Musul konularında anlaşma sağlanamamıştır. Temel konularda tarafların tavize yanaşmaması ve önemli görüş ayrılıkları çıkması üzerine 4 Şubat 1923'te görüşmelerin kesilmesi savaş ihtimalini yeniden gündeme getirmiştir. Başkomutan Müşîr Mustafa Kemal Paşa Türk Ordusu'na savaş hazırlıklarının başlamasını emretmiştir. Sovyetler Birliği eğer tekrar savaş çıkarsa bu sefer Türkiye'nin yanında savaşa gireceğini duyurmuştur. Bunun üzerine eski bir Osmanlı vatandaşı olan Mısır Hahambaşı Haim Nahum Ankara hükümeti tarafından Lozan’a aracı olarak gönderilmiştir. Aslında gerçek niyetini gizleyen ve Siyonizm’in temsilcilerinden biri olan Haim Nahum İtilaf devletlerinden Anadolu’da yeni kurulacak devlete fırsat verilmesi konusunda zaman ister ve onlara sunduğu “Haim Nahum Planı” ‘nı kabul ettirir. Erbakan Hocamızın ömrünün son yıllarında ısrarla üzerinde durarak anlattığı bu planda; “Anadolu insanın aç ve işsiz bırakılması, borca esir edilmesi, dininden uzaklaştırılması, parçalanıp böldürülmesi ve bölünenlerin birbiriyle çatıştırılarak sonuçta ülkenin yumuşak bir lokma haline getirilmek suretiyle kurulacak İsrail devletinin bir vilayeti olması” hedefleri yer almaktadır. “Lozan’ın gizli maddeleri” olarak ifade edilen bu planın varlığını inkar konusunda henüz bir reddiye bulunmamaktadır.

Taraflar arasında karşılıklı verilen tavizler ile görüşmeler 23 Nisan 1923'te tekrar başlamış, 23 Nisan'da başlayan görüşmeler 24 Temmuz 1923'e kadar devam etmiş ve bu süreç Lozan Barış Antlaşması'nın imzalanması ile sonuçlanmıştır. Taraf ülkelerin temsilcileri arasında imzalanan anlaşma, uluslararası anlaşmaların ülke meclislerince onaylanmasını gerektiren yasalar gereğince taraf ülkelerin meclislerinde görüşülmüştür. Ancak mecliste Lozan anlaşmasının kabulü konusunda önemli bir sorun vardır, çünkü Lozan görüşmeleri başlayınca Lozan Heyeti Başkanı İsmet Paşa, görüşmelerdeki olumsuzluklar sebebiyle çok sert dille eleştirilmiştir. Anlaşılan o ki bu meclisten Lozan Anlaşması mevcut haliyle geçmeyecektir. Lozan Anlaşması’nın onaylanmama ihtimali, bazı inkılâplara direnileceği ve İslami kaygılar sebebiyle meclisten planlanan düzenlemelerin geçemeyeceği endişesi Müdafa-i Hukuk grubunu harekete geçirir. “Bu meclisin görevini tamamladığını çünkü Kurtuluş Savaşı’nı başardığını, dini, vatanı, hilafeti, hilafet merkezini kurtardığını” söylemeye başlarlar.”Böyle şerefli işleri gerçekleştiren vekillerin bu onurla yaşamalarını, diğer yapılacak işleri öteki meclise bırakmalarını, isteyenlerin tekrar seçileceğini de söyleyip buna milletvekillerini inandırırlar. Böylece 1 Nisan 1923 günü Seçim Yenileme Kanunu meclise sunulur. Hamasi, nefsi okşayan nutuklarla ve alkışlarla muhalifler kandırılır ve kanun kabul edilir. Ali Şükrü Bey’in muhalefetine rağmen meclis kendini fesheder. Yapılan yeni seçimlerle toplanan II. Meclis de 23 Ağustos 1923’te Lozan Anlaşması’nı 14 red oyuna karşılık 213 oyla kabul eder. Lozan antlaşması Yunanistan tarafından 25 Ağustos 1923'te, İtalya tarafından 12 Mart 1924'te, Japonya tarafından 15 Mayıs 1924'te imzalanmıştır. Antlaşmanın yapıldığı tarihlerde İstanbul’u işgal altında bulunduran İngilizler 6 Ekim 1923 tarihinde İstanbul’u terk ettikten ancak dokuz ay sonra 16 Temmuz 1924 tarihinde antlaşmayı onaylamışlardır. Tüm tarafların onayladığına dair belgeler resmi olarak Paris'e iletildikten sonra, 6 Ağustos 1924 tarihinde antlaşma yürürlüğe girmiştir. Günümüzde hala daha üzerinde çeşitli tartışmaların devam ettiği ve kimilerine göre “zafer”, kimilerine göre ise “hezimet” olarak nitelendirilen Lozan Antlaşması anlaşılıyor ki gelişen olaylar sonucunda ileriki dönemlerde de tartışılmaya devam edecektir.

Milletlerin geleceğinde önemli bir yer tutan uluslararası sözleşme ve antlaşmaların her yönüyle tartışılması elbette kaderine yön çizilmiş olan insanların gündeminde kalmaya ve tartışılmaya devam edecektir. Rabbim geleceğimizi aydınlık kılsın ve tüm düşmanların oyun ve tuzaklarından bizleri korusun. Âmin.

YAZIYI PAYLAŞ!

YAZARIN SON 5 YAZISI
02Tem
20Şub

Anormalle nasıl normalleşilecek?

27Ara
13Ara
27Eyl

Fahiş fiyatlar, faizler ve kurlar