TÜRKİYE SİYASETİNDE DERİN PATİNAJLAR – 6 - Habib KARAÇORLU

TÜRKİYE SİYASETİNDE DERİN PATİNAJLAR – 6


Atalarımızdan bize tevarüs eden o kadar güzel ve anlamlı söz ve deyimler var ki, her biri en derin ve yoğun meseleleri çok öz ve beliğ bir şekilde ifade etmektedir. Bu veciz ve mana yüklü sözler günümüzdeki bazı siyaset, medya ve aydın kesiminin içinde bulunduğu durumu çok güzel bir şekilde izah etmektedir. Bunlardan aklımıza gelenlerden bazıları; “Huylu huyundan vazgeçmez.”, “Can çıkmadan huy çıkmaz.”, “Ayının kırk türküsü varmış, hepsi de armut üzerine”, “Bizim oğlan bina okur, döner, döner yine okur.”, “Havanda su dövmek”, “Boşa kürek çekmek”,”Bildiğini okumak”  gibi. Bu atasözleri ve deyimler önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz bazı siyasetçi, gazeteci ve düşünce adamı denilen aydınların ve mütefekkirlerin ahvalini çok güzel bir şekilde özetlemektedir. Görevi milletin refahını yükseltmek, ülkede adaleti ve barışı sağlamak, eğitimli, sağlıklı ve vasıflı bireylerin çoğalması için düşünce ve projeler üretmek, kalkınma ve ilerleme yolunda çağdaş devlet veya uluslarla yarışarak öne geçmeye çabalamak, milli güvenliği, huzuru ve beraberliği temin etmek ve aile ve bireylerin ahlak, erdem ve davranışlarını doğru yöne sevk etmek ve daha burada sayamadığımız insani ve milli görevi bulunan bu üç tabaka; siyaset, basın ve aydınlar gerçek gündemden yani halkın gündeminden   uzakta kalarak en çok hangi konulara ilgi duymaktalar, hangi alakasız şeyleri tartışmaktalar?  Hayret ve ibretle izlemeye devam etmekteyiz.

Makalemizin başlığı olan:  “Türkiye Siyasetinde Derin Patinajlar”, rastgele seçilmiş bir başlık değildir. Günümüzdeki siyaset ve düşünce hastalıklarının çok uzun bir geçmişi olduğunu, nesiller değişse de zihniyetin ve gidişatın değişmediğini net bir şekilde göstermeyi amaçlamaktadır. Okuma, yazma, araştırma ve düşünme tembeli olduğumuz gün gibi ortadır. Sadece biz değil tüm İslam âleminde ve geri kalmış ülkelerde aynı hastalıkların olduğu ve bu hastalıkların geri kalmışlığın en temel nedeni olduğu da önemli bir hakikattir. Yoksulluk ve geri kalmışlık bir kader değil, bir tercihtir. Kalkınmış, ilerlemiş ülkelerin halkları sürekli okurken, araştırırken, düşünürken, eleştirirken ve harıl harıl çalışırken bizim gibi halklar ise bu işleri birilerine havale ederek rahatlığı, sorumsuzluğu, neme lazımcılığı, günü kurtarmayı ve ciddi çalışmalardan kaytarmayı hayat tarzı olarak benimsemiş ve içselleştirmiştir.

 

Bir ülkede, nüfusun dörtte biri sosyal yardımlarla hayatını sürdürüyorsa, düşünen, eleştiren ve çözüm üretmeye çalışanların önü kesiliyorsa, adamına göre tavır takınılıyorsa, servet ve makamından ötürü insanlar rağbet görüyorsa, yılda yirmi beş kişi sadece bir kitap okuyorsa, siyaset, medya ve aydınlar at gözlüğü takarak gittiği yoldan başka bir şey göremiyorsa, adamına göre kanun işletiliyorsa, vah o ülkenin haline, vah o ülkenin gelecek nesillerine!

Burada zikretmemiz gereken çok veciz bir sözü de hatırlatalım: “Küçük beyinler insanları, orta beyinler olayları, büyük beyinler ise sistemleri tartışır.” Bütün problem ve sıkıntıların temelinde var olan sistemi tartışmayı bir kenara bırakarak, olaylar ve şahıslar üzerinden çözüme gitmeye çalışan küçük ve orta boy beyinlerle yol alınamayacağına, bunların düştükleri patinaj çukurlarından kolayca çıkamayacaklarına her gün defalarca şahit olmaktayız. Siyasetçi, plan-proje üretir ve her türlü hizmeti uygulamaya koyar,  halkın hizmetkârlığını yapar. Basın,  idareyi ve siyaseti takip eder, doğruları över, yanlışları eleştirir, denetleme yaparak halkın gözü, kulağı ve dili olur. Aydın ve akademisyenler, idareye ve siyasete ışık tutar, önünü aydınlatır, göremediğini gösterir, fikir ve proje üretir, vücuttaki beyin görevini yerine getirir. Bu üç sacayağından her biri kendi görev alanı dışına çıkarak veya görevini suiistimal ederek ya da şahsi çıkarlarını önceleyerek hareket ettiği zaman düzen bozulur, birlik dağılır, huzur kaçar ve işte o zaman kaos başlar, çıkmaza girilir, yanlış ve bozuk yollarda patinaj yapmaya devam edilir.

 

Bu uzun girişten sonra yüzümüzü tekrar geriye çevirip,  halk olarak şimdiye kadar yürüdüğümüz yollardaki izleri incelemeye devam edeceğiz. Son olarak 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan kanunlar ki bunlar; 429 sayılı Şer’iye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Bakanlıklarının Kaldırılması, 430 sayılı Tevhidi Tedrisat ve 431 sayılı Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Topraklarının Dışına Çıkarılmasına dair kanunlarından bahsetmiştik. Günümüz devlet yapısı ve siteminin en temel kanunu olan bu yasaları sırasıyla inceleyecek olursak ilki 429 sayılı Şer’iye (din) ve Evkaf (vakıflar) ve Erkan’ı Harbiye-i Umumiye  (Genelkurmay Başkanlığı) Vekâletleri (Bakanlıkları)’ nin kaldırılması kanunudur. 3 Mart 1924 tarihinde Siirt Milletvekili Halil Hulki ve arkadaşlarının verdiği kanun teklifinin gerekçeleri yeni Türkçeyle şöyle idi: “Din ve ordunun siyasal akımlarla ilgili olması birçok bakımdan sakınca taşımaktadır. Bu gerçek, bütün uygar uluslar ve hükümetler tarafından prensip olarak kabul edilmiştir. Bu görüş açısından, yeni bir yaşam varlığı sağlamak görevini üstlenen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda belirtilmiş olan Evkaf Vekâleti ile Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekâletinin bulunması uygun olmaz. Şer’iyye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılarak, bütün vakıfların ulusa intikal etmesi ve ona göre yönetilmesi doğal bir sonuçtur. Sonuç olarak, aşağıdaki tasarının hemen ve ivedi olarak bugün konuşularak yasalaştırılmasını öneririz.” Gerekçe iki amaca yöneliktir. Birincisi laik devlet uygulamasında dinin devletten soyutlanması ilkesi gereği, din işleri ile ilgili bir kurumun, siyaset dışına çıkarılması, din ve ordunun siyaset dışı bırakılmasıyla, resmi görevli ordu mensuplarının, askeri görev ya da siyasal görev arasında kesin bir tercih yapmalarıdır. Şeri’yye Vekilliği, her türlü din islerini düzenliyor, ayrıca diğer devlet kurumlarınca yapılan her türlü işlemin dine uygun olup olmadığını denetliyordu. Bu yapılan işlem ise din ve dünya islerinin birbirine karıştırılmaması ilkesi olan laikliğe aykırıydı. Evkaf Vekilliği ise, İslam devletlerinde önemli bir yeri olan vakıfları yönetiyordu. Vakıflara ait cami, mescit, medrese, okul, hastane gibi dini ağırlıklı kurumlar vardı ve bunların siyaseten bir vekilliğe bağlı olması da laikliğe aykırıydı. Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekâleti ise Milli Mücadele esnasında ki görevini tamamlamış, Meclis’te hükümette üniformaları ile görev yapan askerlerin kışlaya dönmeleri veya siyasete sivil olarak devam etmelerini ve askerin siyasetle ilgilenmemesini gerektiriyordu.(1)

 

3 Mart 1924 tarihli ikinci kanun ise 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat kanunudur. Kanun 7 madde idi ve Türkiye’deki bütün ilim ve öğretim kurumları ile Şer’i ye ve Evkaf Vekilliğince yönetilen tüm medrese ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanıyor, Milli Eğitim Bakanlığınca, yüksek din uzmanları yetiştirilmek üzere üniversitede bir ilahiyat fakültesi açılacak ve imamet ve hatiplik gibi dini hizmetlerin görülebilmesi için ayrı okullar açılacaktır. Ayrıca Milli Savunma Bakanlığına bağlı olan askeri ortaokul ve liseler de Milli Eğitim Bakanlığına bağlanıyordu.(2)

Üçüncü kanun, 431 sayılı Halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanının Türkiye Topraklarının Dışına Çıkarılmasına dair kanundur. 13 maddelik bu yasa ile halifelik kaldırılmış, Osmanlı Saltanat üyelerinin Türkiye’de oturmaları yasaklanarak yurt dışına sürülmüş, vatandaşlık hakları kaldırılmış, Padişah’ın mal ve mülküne el konulmuştur. (3) Çıkarılan bu üç kanunla 27 Ocak 1299 tarihinde ilan edilerek üç kıtaya yayılmış olan altı asırlık bir devletin ve medeniyetin temel kurumları lağvedilerek ortaya çağdaş denilen yeni bir sistem ve Batı tarzında yeni bir devlet yapısı koyuluyordu. Devlet yönetiminde söz sahibi olan dini kurum ve temsiller ile askeri kurum ve temsiller idarenin ve siyasetin dışına itiliyordu. İnkılâp tarihçilerinin ittifakla kabul ettikleri gibi bu dini bir devletten laik bir devlete geçişin en önemli ve ilk adımlarıydı. Laik devlet ve laik toplum yolundaki bu inkılâpları diğer inkılâplar takip etti. 20 Nisan 1924 tarihinde anayasa değiştirilerek egemenlik hakkının halka ait olduğu ve onu da TBMM’nin temsil ettiği, yasama ve yürütme hakkının mecliste olduğu belirtildi. Daha sonra bu anayasada önemli değişiklikler yapılarak demokratik ve laik devletin temelleri güçlendirildi. 10 Nisan 1928 tarihinde yapılan değişiklikle Anayasa’nın 2 maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır” hükmü çıkarılmıştır. Ayrıca milletvekillerinin yeminlerindeki vallahi kelimesi “namusum üzerine söz veririm” ifadesiyle değiştirilmiştir. Yine Meclisin görevleri arasında yer alan “ahkam-ı şer’iyenin tenfizi” (dinsel hükümlerin yerine getirilmesi) hükmü anayasadan çıkarılmıştır. Bu değişikliklerle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik bir devlet olması amaçlanmış ve laik devlet anlayışına yönel inmiştir. 5 Aralık 1934’te yapılan değişikliklerle kadınlara milletvekili seçme ve seçilebilme hakkı verilmiş ve seçmen yaşı 18’den 22’ye yükseltilmiştir.5 Şubat 1937’de aslında Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilkeleri olan “Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılâpçılık” Anayasanın 2. maddesine dâhil edilerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel nitelikleri olarak belirtilmiştir.

Önümüzdeki yazılarımızda tarihi hakikatleri ve günümüze yansımalarını tekrar ortaya koymak dileği ile Yüce Rabbimizden milletimiz için düzgün bir istikamet ve aydınlık gelecekler nasip etmesini niyaz ederim. Ya Rabbi, bizi nimet verdiğin kulların yoluna ilet. Amin.

(1)( 2)( 3) Ajans Bakırçay, Hasan Zeki Sungur, 3 Mart 1924 Devrim Kanunları

YAZIYI PAYLAŞ!

YAZARIN SON 5 YAZISI
02Tem
20Şub

Anormalle nasıl normalleşilecek?

27Ara
13Ara
27Eyl

Fahiş fiyatlar, faizler ve kurlar