TÜM YAZILARI SON GÜNCELLEME: 13 Ocak 2021 09:12
Ülke ve dünya gündeminin sürekli değişiyor gözüktüğü, her gün yeni bir konunun tartışılarak halkın üzerinde yeni algıların oluşturmaya çalışıldığı günümüzde aslında eskiye nazaran değişen pek fazla da bir şeyin olmadığını son günlerdeki ortaya atılan sun'i gündemlerden anlıyoruz. Eski tüfek sosyal demokratlardan birinin bir televizyon kanalında türbanlı hâkimlerin aleyhinde sarf ettiği densizce sözler bir anda ülke gündeminde ilk sıralarda yer aldı. Yine bir gazetenin Ayasofya camiinin ibadete açılışı ile ilgili aleyhte yorumu ve başka bir gazeteci ile eski bir genelkurmay başkanının mevcut iktidara çeşitli felaket senaryoları ve 27 Mayıs darbesine maruz kalmış Demokrat Parti üzerinden göndermeler yapmasının çok ciddi gündem olması da anlaşılır gibi değil. Reytingi yüksek televizyon kanallarının bu konuları en az beş, altı akademisyen, gazeteci veya uzman davet ederek saatlerce tartışmaları, izleyicilerin dinlemesine rağmen anlatılanlardan hiçbir şey anlamayıp bir sonuca ulaşamadığı ağız dalaşından öteye geçmeyen klasik tartışmalar neyi amaçlamakta ve kime hizmet etmektedir? Yoksa halkı sun'i gündemlerle meşgul edip asıl sorunların üzerini örtmek gibi bir amaç mı güdülmektedir?
Bütün bu yapay gündemin üzerine bir de Boğaziçi üniversitesine atanan yeni rektörle ilgili çıkartılan kavga ve tartışmalar da siyasileri ve medyayı iyice halkın gündeminden uzaklara götürdü. Bir diğer tartışma konusu Amerika'da yeni seçilen başkan Bıden'a karşı yenilgiyi bir türlü kabul etmeyen Trump'ın taraftarlarının kongre binasını basmaları olayı idi. Yaşananlar Amerikan siyasetinin de artık bir türbülansa girdiğini, gerçekte var olmayan “demokrasi ve özgürlük ülkesi“ iddiasından Amerika'nın giderek uzaklaşmakta olduğunu göstermekte. Ancak her nedense Amerika'nın siyasi meselelerini Amerikalılardan daha çok önemseyen bazı siyasiler ve medya mensuplarımız sanki oradaki hadiseler bizim iç meselemizmiş gibi öylesine tartışıyorlar ki neyin peşindeler anlamak mümkün değil.
Halkın sorunlarına çözüm üretmek, ülkenin kalkınması ve ilerlemesi için plan ve projeler hazırlamak ve en önemlisi halka hizmette bir yarış içerisinde olmak için kurulmuş olan siyasi partiler ve onların kadroları ile onları denetleme gibi bir görevi bulunan basın mensupları nedense bütün bu görevlerini bırakarak siyasi rakiplerini saf dışı bırakmak, toplumu kamplaştırmak, rakip parti ve liderin açıkları üzerinden prim toplamaya çalışmak huyundan asla vazgeçmiyorlar. Halkın gündeminde var olan hayat pahalılığı, sürekli artan devasa işsizlik, salgın sürecinin doğurduğu bin bir türlü ekonomik problemler, yirmi beş milyon öğrencimizin eğitimden uzak kalması, her gün işlenen kadın cinayetleri, adi suçlarda yaşanan patlama, bir sürü can kaybına neden olan trafik kazaları, kuraklığın neden olduğu su sıkıntısı ve daha yüzlerce mesele siyasilerce neden konuşulmaz, gündeme getirilmez ve tartışılmaz da hiçbir faydası olmayan boş gündemlerle zaman ve enerji harcanır? “Tencere dibin kara, senin ki benden kara” anlayışıyla nereye gidilir, hangi derde derman bulunur? Anlamak, çok zor.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız halkın gündemiyle siyasetçi ve basının gündeminin farklılığının bir, iki asır öncesinde de aynı olduğunu, o zamanlarda da siyasi kısır çekişmelerin, kutuplaşmaların, siyasi sindirme hareketlerinin var olduğunu ve bunun bedelinin de halka ödettirildiğini tarihten öğrenmekteyiz. Siyasi kamplaşmanın en ağır faturasını ülke ve halkımız 1912-13 yıllarındaki Balkan savaşlarında ödemişti. İktidarı çeşitli hile ve baskılarla ele geçiren İttihat ve Terakki Fırkası'nın askerlikle siyaseti, birbiri içine dâhil etmesi neticesinde İttihat ve Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensubu subay ve paşaların, sırf siyasi görüş farklılıkları sebebiyle birbirine yardımdan yüz çevirmesi sonucunda beş asırdan beri hâkimiyetimiz altında olan ata yadigârı topraklarımızı kaybetmiştik. Büyük bir felaket denilecek bu hezimetin sonucunda altı yüz bine kadar varan can kaybının yanında toprağını terk eden altı milyon insanımızdan söz edilir. Aynı tabloları bir asır sonra Irak, Suriye ve Libya'da yeniden yaşadık maalesef. İki milyondan fazla Müslüman'ın can verdiği ve milyonlarcasının göç etmek zorunda bırakıldığı eski ata topraklarımızda bugün barışın yeniden tesis edilmesi için uğraş vermekteyiz.
Önceki yazımızda ele aldığımız Kurtuluş Savaşı yıllarına kaldığımız yerden devam edecek olursak, Ankara'da açılan yeni meclis ve kurmuş olduğu hükümetin üç yıl içerisinde ülkenin ve halkın geleceğini tamamen etkisi altına alacak ne gibi kararlar alıp, icraatlarda bulunduğunu anlatmaya çalışacağız. 23 Nisan 1920 tarihinde törenle açılan ilk meclisin birinci günkü oturumunda mebusların mazbatalarını incelemek için komisyon kurulduktan sonra ertesi gün yapılan ikinci toplantıda, Mustafa Kemal Paşa açılış konuşması yapar ve sonra Hamdullah Suphi (Tanrıöver) söz alır ve “Meclisin milletin ruhuna tercüman olarak, Hilafet makamı ve saltanat hakkında düşündüklerini te'yid ve tesbit etmesini” bu tesbitin bir “beyanname ile neşrini” ister. Bu teklif oybirliği ile kabul edilir ve 25 Nisan Pazar günü saat 17'de Celaleddin Arif Bey başkanlığında toplanan Meclis'te Hamdullah Suphi bey ilk meclisin ilk beyannamesini okur…İrade-i Milliye gazetesinin 6 Mayıs 1920 tarihli nüshasında yayınlanan bu beyannamede özetle: “İngiliz ajanlarının iddialarının aksine Ankara'da toplanan Meclisin gayesinin Halife ve Padişahımızı düşman tazyikinden kurtarmak, Anadolu'nun parçalanmasını önlemek, payitahtı yeniden anavatana bağlamak olduğunu beyan ederek Cenab-ı Hak ve Resul-i Ekrem'i namına yemin ederiz ki,padişaha ve halifeye isyan sözü bir yalandan ibarettir ve bundan maksat, vatanı müdafaa eden kuvvetleri aldatılan Müslümanların elleriyle mahvetmek ve memleketi sahipsiz ve müdafaasız bırakarak elde etmektir.” Diye devam eder. (1)
Bu beyannamenin ardından meclis 26 Nisan Pazartesi günü saat 19'da Mustafa Kemal Paşa tarafından toplandığında, ilk sözü İzmir mebusu Sırrı Bey alır ve yaptığı uzun konuşmada özetle der ki: “Meclisimizin ilk toplandığı andan itibaren Yüksek Halifemiz hakkındaki bağımızın kuvvetlendirilmesine çalışmakta olduğumuz, verdiğimiz kararlarla, söylediğimiz sözlerle sabittir….Onun için Meclisimizin namına Riyaset Divanından haki payi hümayuna bir telgraf çekilsin.” Sırrı Bey'in teklifi oy birliği ile kabul edilir ve Meclis başkanlığının hazırladığı telgraf metni 28 Nisan 1920 Çarşamba günkü oturumda okunur.
Başlangıçta bu duygu ve düşüncelerle yola çıkan Büyük Millet Meclisi nasıl olmuştu da sonradan bağlılık yemini ettiği Padişahına ve halifesine düşman kesilmişti? İşte burada yine başrolde o mahut siyaseti görüyoruz. Bu anlaşılmaz siyasettir ki Kurtuluş Savaşının başında “Münci-i Millet/ Milletin Kurtarıcısı” diye anılan Çerkes Edhem Bey'i daha sonra hain ilan ettirmeyi başarmıştı. Çerkes Edhem'in isyanında ilk mecliste mebus olan ağabeyi Reşid'in ve İsmet Paşa'nın idaresizliğinin etkisi olduğunu tarihçiler söylüyorlar. Aynı şekilde üzerindeki işgalci İngiliz baskısına rağmen Kurtuluş Savaşını başlatmak için Mustafa Kemal ve arkadaşlarına görev veren ve her türlü yetkiyle donatarak görevlendirdiği seçkin subaylarının kurduğu meclisin kendi aleyhine döneceğine Sultan Vahdeddin ihtimal verse de kendisini vatanından kovacaklarını belki hiç düşünmemişti. Açıldığında padişaha bağlılık yemini eden meclis, İzmir'in 9 Eylül 1922 tarihinde kurtuluşu üzerine Ayasofya camiinde şükür için mevlid okutan Osmanlı Padişahının saltanatına son vermek için 30 Ekim 1922 tarihinde toplanmış, saltanatın kaldırılmasını görüşmüş, ancak çoğunluk sağlanamadığı için karar alamamıştır.31 Ekim 1922 tarihinde toplanan Müdafa-i Hukuk Grubu (Daha sonra 9 Eylül 1923 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkasına dönüşecektir) yeniden prensip kararı alarak saltanatın ilgasını meclis başkanlığına götürmüştür. Bu noktaya gelinmesinde yaşanan süreçte belirttiğimiz devrin hain veya gafil siyasetçilerinin önemli rolü vardır. Kuvvay-ı Milliye kadroları aleyhinde fetvalar çıkartan ve Sevr anlaşmasını imzalayan Sadrazam Damat Ferit Paşa, Rıza Tevfik ve benzeri siyasetçiler Sultan Vahdeddin'in saltanatının altını yavaş, yavaş oymuşlardı. Bu süreçte altın vuruşu tabiî ki her zaman olduğu gibi yine İngilizler yapmışlardı. Kurtuluş savaşı sonrasında imzalanan Mudanya ateşkes anlaşmasından sonra İtilaf devletleri Ankara hükümetini bir anlaşma imzalamak üzere 28 Ekim'de Lozan'a davet ettiler. Ankara hükümeti üzerinde baskı kurmak amacıyla İngilizlerin İstanbul hükümetini de görüşmelere katılmaya davet etmesi bardağı taşıran son damla olmuştu. Böylece saltanatın kaldırılması için önemli bir neden vardı. Ancak meclisin bu konuda karar vermesi çok zordu. Çünkü söz konusu olan altı asırlık bir devletin kurucusu ve sahibi olan bir hanedanlığın elinden egemenliğinin alınmasıydı. 1Kasım 1922 tarihinde mecliste toplanan bugünkü deyimle anayasa ve hukuk komisyonları çalışmalara başlar. Bu konuda Hasan Rıza Soyak (Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü, bilahare Genel Sekreteri) hatıralarında anlatıyor: “Çok kalabalık olan odanın bir köşesinde müzakereleri takip etmekte bulunan Mustafa Kemal Paşa, daha fazla dayanamadı. Reisten söz istedi. Önündeki sıranın üstüne çıkarak, yüksek sesle: “Efendiler!” dedi. “Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu tasallutlarını altı yüz yıl devam ettirdiler. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini bildirerek hâkimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline fiilen almış bulunuyor. Bu bir olup-bittidir. Bahis konusu; millete hâkimiyetini ve saltanatını bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal olacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde yine hakikat, usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal bazı kafalar kesilecektir. İşin ilmi cihetine gelince, hoca efendilerin hiç merak ve endişe etmelerine mahal yoktur. Bu hususta da izahat vereyim…” Bu konuşmadan sonra yirmi dakikada kanun teklifi hazırlanır oylamaya geçilir, yine söz alan Mustafa Kemal Paşa parmak kaldırarak oylama yapılmasına gerek olmadığını, meclisin ittifakla kanunu kabul ettiğini söyler, sadece Gümüşhane mebusu Zeki Beyin:”Ben kabul etmiyorum!” sesi, “söz yok” avazeleri arasında yarıda kalır ve iki dakika sonra Osmanlı saltanatı tarihe karışır. Kanunun ikinci maddesine göre Hilafet devam edecektir. Kanunun neşrinden iki gün sonra Sadrazam Tevfik Paşa istifa eder, İstanbul'da bulunan Refet Paşa müsteşarları toplayarak resmi faaliyetlerinin sona erdiğini bundan sonra tek hükümetin Ankara olduğunu tebliğ eder.(2)
Aynı şekilde üzerindeki işgalci İngiliz baskısına rağmen Kurtuluş Savaşını başlatmak için Mustafa Kemal ve arkadaşlarına görev veren ve her türlü yetkiyle donatarak görevlendirdiği seçkin subaylarının kurduğu meclisin kendi aleyhine döneceğine Sultan Vahdeddin ihtimal verse de kendisini vatanından kovacaklarını belki hiç düşünmemişti. Açıldığında padişaha bağlılık yemini eden meclis, İzmir'in 9 Eylül 1922 tarihinde kurtuluşu üzerine Ayasofya camiinde şükür için mevlid okutan Osmanlı Padişahının saltanatına son vermek için 30 Ekim 1922 tarihinde toplanmış, saltanatın kaldırılmasını görüşmüş, ancak çoğunluk sağlanamadığı için karar alamamıştır.31 Ekim 1922 tarihinde toplanan Müdafa-i Hukuk Grubu (Daha sonra 9 Eylül 1923 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkasına dönüşecektir) yeniden prensip kararı alarak saltanatın ilgasını meclis başkanlığına götürmüştür. Bu noktaya gelinmesinde yaşanan süreçte belirttiğimiz devrin hain veya gafil siyasetçilerinin önemli rolü vardır. Kuvvay-i Milliye kadroları aleyhinde fetvalar çıkartan ve Sevr anlaşmasını imzalayan Sadrazam Damat Ferit Paşa, Rıza Tevfik ve benzeri siyasetçiler Sultan Vahdeddin'in saltanatının altını yavaş, yavaş oymuşlardı. Bu süreçte altın vuruşu tabiî ki her zaman olduğu gibi yine İngilizler yapmışlardı. Kurtuluş savaşı sonrasında imzalanan Mudanya ateşkes anlaşmasından sonra İtilaf devletleri Ankara hükümetini bir anlaşma imzalamak üzere 28 Ekim'de Lozan'a davet ettiler. Ankara hükümeti üzerinde baskı kurmak amacıyla İngilizlerin İstanbul hükümetini de görüşmelere katılmaya davet etmesi bardağı taşıran son damla olmuştu. Böylece saltanatın kaldırılması için önemli bir neden vardı. Ancak meclisin bu konuda karar vermesi çok zordu. Çünkü söz konusu olan altı asırlık bir devletin kurucusu ve sahibi olan bir hanedanlığın elinden egemenliğinin alınmasıydı. 1 Kasım 1922 tarihinde mecliste toplanan bugünkü deyimle anayasa ve hukuk komisyonları çalışmalara başlar. Bu konuda Hasan Rıza Soyak (Cumhurbaşkanlığı Özel Kalem Müdürü, bilahare Genel Sekreteri) hatıralarında anlatıyor: “Çok kalabalık olan odanın bir köşesinde müzakereleri takip etmekte bulunan Mustafa Kemal Paşa, daha fazla dayanamadı. Reisten söz istedi. Önündeki sıranın üstüne çıkarak, yüksek sesle: “Efendiler!” dedi. “Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye; müzakere ile, münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu tasallutlarını altı yüz yıl devam ettirdiler. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini bildirerek hâkimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline fiilen almış bulunuyor. Bu bir olup-bittidir. Bahis konusu; millete hâkimiyetini ve saltanatını bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehal olacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde yine hakikat, usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat, ihtimal bazı kafalar kesilecektir. İşin ilmi cihetine gelince, hoca efendilerin hiç merak ve endişe etmelerine mahal yoktur. Bu hususta da izahat vereyim…” Bu konuşmadan sonra yirmi dakikada kanun teklifi hazırlanır oylamaya geçilir, yine söz alan Mustafa Kemal Paşa parmak kaldırarak oylama yapılmasına gerek olmadığını, meclisin ittifakla kanunu kabul ettiğini söyler, sadece Gümüşhane mebusu Zeki Beyin:”Ben kabul etmiyorum!” sesi, “söz yok” avazeleri arasında yarıda kalır ve iki dakika sonra Osmanlı saltanatı tarihe karışır. Kanunun ikinci maddesine göre Hilafet devam edecektir. Kanunun neşrinden iki gün sonra Sadrazam Tevfik Paşa istifa eder, İstanbul'da bulunan Refet Paşa müsteşarları toplayarak resmi faaliyetlerinin sona erdiğini bundan sonra tek hükümetin Ankara olduğunu tebliğ eder.(2)
Önümüzdeki yazımızda kaldığımız yerden devam etme niyazıyla Rabbimizden ülkemiz, devletimiz ve milletimiz için hayırlı gelecekler dilerim. Rabbim kendi rızasına muvafık şekilde yaşamayı ve idare edilmeyi nasip etsin. Âmin.
(1)Yalan Söyleyen Tarih Utansın-Mustafa Müftüoğlu 3.c.s.272
(2)Yalan Söyleyen Tarih Utansın-Mustafa Müftüoğlu 3.c.s.291-292